19 Aralık 2015 Cumartesi

Sosyal medya ve telefon kullanımıyla ilgili örnek vaka:

Sosyal medya ve telefon kullanımıyla ilgili örnek vaka:

Yasaklara sosyal medya getirsek olmaz mı?
 
"Seni bu kadar öfkelendiren nedir?"
"Ne değil, kim diye sorsanız daha iyi olurdu!"
"Peki... Sorumu yeniden soruyorum, seni bu kadar öfkelendiren kim?" diyorum gülümseyerek.
"Annemmm...! Ooff deli edecek bu kadın beni."
"Hımm... ne yapıyor?"
"Sosyal medya yasağı getirdi yine. Daha doğrusu telefonumu elimden aldı. 6 ay sonra verecekmiş. Çok kızgınım çok. Aklı sıra beni yola getireceğini sanıyor."
"Ne yol'u bu? Ne yaşadınız merak ettim."
"İşte aklınca ceza veriyor. Telefonu elimden alınca onun söylediği gibi kullanacağımı sanıyor. Hiç kusura bakmasın, böyle davrandıklarında daha çok inada biniyorum."
"Seni böyle bir yöntemle toparlayacağını düşünüyor olmalı."
"Yaa Mehtap Ablacım... Size abla diyebilir miyim?
"Tabii ki... nasıl istersen öyle hitap et."
"Güya derslerimi çalışmıyormuşum. Onun için kızdı ve aldı."
"Bu konuda daha önce aranızda benzer durumlar oldu mu? Yani ders ve telefon arasında gidip gelen sözler. Derslerini çalışmazsan, telefonunu alacaklarına dair uyarılar?"
"Uyarıdan fazlası oldu. Annem ne zaman canı sıkılsa telefonumu alıyor."
"Telefonsuz kalma konusunda antrenmanlısın yani..."
"Evet... genelde birkaç gün alırdı. Bir kez on beş gün almıştı. Bu kez iyice abarttı."
"Seni kızdırmış gibi görünse de annen için uygulanabilir tek çözüm noktası desene..." diyorum espri yapan ses tonumla.
Gülüşüyoruz.
Karşımda 14 yaşında, akıllı, biraz sert, epeyce kızmış, yurt dışında doğup büyüdüğü için Türkçe'yi biraz zor konuşan tatlı bir genç kız vardı. Ailesiyle gezmeye gelmişlerdi. Aile içi iletişim sorunları ve özellikle internet ve sosyal medya bağımlılığı olduğunu düşünülen durum için bana getirilmişti.
İşin aslına bakarsanız, böyle bir gerekçeyle karşıma oturtturulduğu için konuşmak istemez bir tavrı vardı. Onunla işbirliği yapabilmem, arkadaşlık ilişkisi geliştirmem için aramızda özel bir bağ veya terapötik bir dil oluşturmam gerekiyordu.
"Bıktım bu yasaklardan. Neymiş? Sosyal medya yasağı! Bana yine internet yasağı geldi!" dedi çok kızgın bir şekilde.
"Keşke yasaklara sosyal medya getiren yeni bir jenerasyon gelse değil mi?" dedim.
Başladı gülmeye... gülüştük... "Ayy Türkçem zayıf ya! Yasağa sosyal medya getirsek dediniz gibi anladım, ona gülüyorum." Dedi çok tatlı bir şekilde.
"Yok yok yanlış anlamadın. Türkçen gayet güzel. Tam olarak o dediğin gibi söyledim. Senin doğru anladığı anladığını ve yanlış anladığını sanacağını düşündüğüm için güldüm ben de..." dedim ve kahkahalar odayı sardı.
Aramızda oluşa eşlik eden terapötik ilişki gelişmişti. İstediğim şey tam olarak buydu. Onunla aynı dili konuşabilmek. Mümkünse beraberce gülüp beraberce kızabilmek. Birlikte şaşırmak.
"Şimdi aynı şeyi anladığımızı düşünerek devam ediyorum... düşünsene yasaklara sosyal medya getirilse, siz yasak aldıkça sosyal medyanın içine düşmüş olursunuz değil mi? Saçma ama eğlenceli bir fikir... Bu da klasik ben! Farklı pencereden bakmayı, başka bir yerden görmeyi seviyorum. Hayat daha eğlenceli oluyor böyle."
"Yaa valla çok eğlenceliymişsiniz. Doğrusu buraya gelirken kızmıştım annemlere. Sizinle konuşmak rahatlattı beni. Çok güldüm."
"Canımm... ben de memnun oldum geldiğine. Senin için sakıncası yoksa bu yasak meselesini konuşabilir miyiz? Eğer seni rahatsız etmeyecekse niye böyle bir şey oldu anlatmak ister misin? Belki bir iki taktik veririm, işine yarar, ne bileyim... içimden sana yardımcı olmak geldi..."
"Olur... yaa Mehtap Ablacım aslında çok fazla kullanmıyorum telefonumu. Evet bazen abartıyorum; ama derslerimi hiç ihmal etmem, çalışkan bir öğrenciyim ben."
"Ne kadar oldu bu olay olalı?"
"Bir ay oldu."
"Bir aydır telefon kullanamıyorsun..?"
"Evet."
"Bu önemli bir durum biliyor musun? Ödev ve derslerini ihmal etmeden internete bağlı olmak kaliteli bir tutum. Bu anlamda iyi bir tebriği hak ediyorsun."
"Sağolun, gerçekten öyleyim. Ama bunu anneme kabul ettiremiyorum."
"Seni rahatsız etmeyecekse bir şey sormak istiyorum."
"Yoo etmez, sorabilirsin."
"Telefonun bir aydır yok. Telefonsuz olman, bir aydır internet kullanmadığın anlamına gelmiyor değil mi?" diye soruyorum göz kırparak.
Ne demek istediğimi anladığı her halinden belli, kendisinden emin tavrıyla:
"İşte yani... bizimkilerde maalesef o kadar akıl yok! Zannediyorlar ki telefonu elimden alınca her şey yoluna girecek. Annemlere söylemeyin lütfen ama benim bir telefonum var şu anda. Kullanıyorum. Onların haberi yok."
Nasıl kullandığını tahmin etmeme rağmen onun ağzından duymak için soruyorum;
"Nasıl kullanıyorsun?"
"Arkadaşım verdi. Kullanmadığı bir telefonu ve hattı varmış, telefon yasağı aldığımı söyleyince 'üzülme, ben sana evdeki yedek hattımı veririm' dedi. Zaten kimin elinden telefon alınsa, elinde yedek hattı olan ona veriyor. Hiçbirimiz telefonsuz kalmıyoruz, arkadaşlarımızla yazışmaya sohbete devam ediyoruz. Ailelerimiz uyuyor."
"Size inanmak ve onların -doğru veya yanlışına girmiyorum- aldığı kararlara uygun davrandığınıza inanmak istiyorlar mı desek?"
"Olabilir... zaten 6 ay boyunca telefonsuz kalacağıma inanmaları için iyice saf olmalara lazım."
Zaten altı ay boyunca telefonsuz kalacağıma inanmaları için iyice saf olmam lazım! Cümle beynimde yankılanıyor ve iç cevabım yüzümde tebessüm oluşturuyordu. Evet, maalesef aileler bu konuda saf! Akran dayanışması ve akran dayanışması hakkında bildikleri fazla bir şey yok ki!
"Peki en son ne oldu? Şu seans başındaki aşırı kızgınlığının nedeni neydi?"
"Aylardır almak istediğim bir telefon var. (buradan yazmıyorum reklam olmasın diye) Bu telefon için aylardır hayal kurdum, harçlıklarımdan para biriktirdim, gittik aldık. Doğal olarak eski telefonumdan fazla kaldı elimde, çünkü tanımak istiyorum, yeni programlar indiriyorum, telefonun özelliklerini keşfediyorum. Bence bu gayet normal. Ama annem bu durumu anlamıyor. Anlamak istemiyor."
"Hımm... sanırım bu tanıma isteğin anlaşılabilir bir durum. Belki bu konuda anneni ikna edebilirdin. Kibarca konuşarak, kısa bir süreliğine telefonla daha uzun vakit geçirmen gerektiğini söyleyerek. Hem mecburiyet hem de ilk heves olduğunu söyleseydin, ne dersin?"
"İşte ben onu yapamıyorum galiba. Annem 'ne kadar çok elinde o telefon' dediği anda ben koptum, bağırdım, çağırdım, kavga ettik. Derken işler büyüdü, babam devreye girdi. Annem elimden aldı ve altı ay sonra vereceğini söyledi. Bir aydır telefonsuzum. Ve bir aydır annemle babamla küsüm."
"Anlıyorum... aynı evin içinde anne babayla küs olmak sıkıntı olmalı. Seni rahatsız etmeyecekse bir şey söyleyebilir miyim?"
"Tabii ki..."
"Aranızdaki sorun telefon, internet, sosyal medya sorunu değil bence. Dil, iletişim ve üslup sorunu. Biraz önce bana çok tatlı anlattın telefonunun ilk heves ve tanınması için elinde fazladan kalmasının normal olduğunu. Senin annen olsaydım, bu tatlı konuşman beni ikna ederdi zaten. Sizin evde bunun tam tersi yani kavga olduğuna göre, esas sorun telefon ve onun sende olma sorunu değil, anne kız aranızdaki iletişim şekli gibi göründü bana, ne dersin?"
"Haklısınız galiba... ben evde hırçınım biraz..."
"Anne babalarla çalışırken şunu görüyorum; çocukları hırçın ve sinirli olunca bu davranışların internetten, telefondan veya bilgisayar bağımlılığından kaynaklandığını sanıyorlar. Aslına bakarsanız onların böyle sanmasına biraz da siz gençler vesile oluyorsunuz. Daha ılımlı dil kullansanız, kendinizi sakin bir şekilde ifade etseniz aileniz endişelenmez. Anne babaların öyle ilginç bir yanı var. Sertliği, tersliği çocuklarına yakıştıramadıkları için çocuklarının böyle davranışlara sahip olduklarını kabullenmek istemiyorlar. Bir günah keçisi onları rahatlatıyor. İçi dünyasında 'Benim kızım iyi bir çocuk. Kesinlikle saygısızlık yapmaz, elindeki telefon ona saygısızlık yaptırıyor...' gibi bir düşünce geliştiriyorlar. Diyeceğim o ki; anneleriniz size internet ve telefon yasağı koyarken, bir yanıyla sizin iyi insanlar olduğunuz fikrine inandırmaya çalışıyorlar kendilerini. Biraz uzun oldu ama..."
"Yaa..." dedi, biraz tavana baktı ve ekledi;
"Ne kadar haklısınız. Ben hiç öyle düşünmemiştim. Böyle düşününce anneme kızmama gerek yok. Bu yasağın önemli payı bana da ait."
"Sayılır desem mi?" dedim gülerek...
"De ablacım de..."
"Bize yapılan ve kızdığımız davranışların bir kısmını biz oluştururuz. Karşımızdaki insana o şekilde davranmaktan başka şans bırakmayız. Onlar da bildikleri ve bizi kızdırsa bile çaresiz hissettikleri bu yasaklarla işleri yoluna sokacaklarını zannederler..."
"Tamam... daha dikkatli olacağım..."
Cici genç arkadaşımla görüşmeyi bitirdikten sonra anne babayı yanıma aldım.
İnternet kullanımı, ev içinde bu kullanımın daha sağlıklı oluşturulması için yöntemler önerdim.
...ama hepinizin okurken en çok eğleneceğinizi düşündüğüm önerimi sizlerle paylaşmadan geçemeyeceğim.
Ailenin beni yıllardır izlediğini, sosyal medya hesaplarından beni takip ettiklerini, tüm kitaplarımı okuduklarını ve beni çok sevdiklerini bildiğim için biraz da esprili şekilde dedim ki;
"Sizi anlıyorum, işler yoluna girsin istiyorsunuz; ama 6 ay sonra telefonu vermek de ne! 6 ay sonra o aldığınız son model telefon için iş işten geçmiş olacak! Ürünün teknolojisi eskimiş olacak. Son sistem bir ürün alıyorsunuz kucak dolusu para vererek, ürünü teslim ettiğinizde geri teknoloji haline gelecek neredeyse. Lütfen verdiğiniz yasağı bile teknolojik ilerleme hızını düşünerek verin."
Birlikte gülüştük. Haklısınız, yok yok siz de haklısınız gibi nezaket konuşmaları arasında seansımızı sonlandırdık.
...
Seanslarımdan birisinden bir kesit paylaşmak istedim sizlerle bugün.
Okuduklarınıza nasıl bir anlam yüklediniz bilmiyorum; fakat her ne anladıysanız sanırım tam olarak onu söylemeye çalıştım.
Sevgiyle kalın... çocuklarınıza çevrimiçi olmayı unutmayın...
 
Mehtap KAYAOĞLU (Psikolojik Danışman &Psikoterapist)
mehtap.kayaoglu@yuzlesme.tv
mehtapkayaoglu@gmail.com
http://www.facebook.com/psk.mehtapkayaoglu
htttp://www.twitter.com/mehtapkayaoglu
 
 

25 Kasım 2015 Çarşamba

Şimdiki beklentiler “sevgi dili” ile geliyor

PSİKOLOJİK destek çalışmaları ve terapilerde yoğun çalıştığımız konulardan birisi de beklentiler. Ne zor şey bu beklentilerin üstesinden gelmek! Yapıyorsun, olmuyor. Söylüyorsun, beğenilmiyor. Geri adım atıyorsun, eleştiriliyor. Üzerine gidiyorsun, daha fazla çaba gerektiği hatırlatılıyor. Beklenen hiçbir şeyin tam olarak yapılamaması anlamına gelmeye başlıyor beklenti!

“Pirincin içindeki en tehlikeli taş hangisidir?” diye sorulsa, artık çoğumuzun aklına ilk gelen cevap “beyaz taş” değil mi? Niçin diye sorsam, yine gelecek ortak cevap manidar; pirince en çok benzeyen taş beyaz taştır. Siyah olanlar ayıklanır, beyaz olanlar pirinç zannedilir ve dişi kırabilir.

Şimdi benzen mantığı, beklentileriniz üzerinde yeniden dillendirsem ne dersiniz?

En tehlikeli beklentiler hangileri sizce?

“Senin şöyle şöyle yapmanı istiyoruz! Lütfen bizi hayal kırıklığına uğratma!” olabilir mi? Bazı evlerde benzer söylemlerin olduğunu düşünüyorum. Ebeveynler çocuklarına, eşler birbirlerine düz cümlelerle beklentisini iletiyor. Karşılanmayan beklentiler hayal kırıklığına neden oluyor. Yani beklentiniz karşılanmayınca hayal kırıklığı yaşıyorsunuz, sizden bekleneni yapamıyorsanız özgüven kaybı yaşıyorsunuz en hafifinden. Birikmiş kızgınlıklar, bilinçdışına itilen öfkeler, suçluluk duygularını saymıyorum bile!

Beklenti ne kadar çoksa mutluluk o kadar az biliyorsunuz değil mi? Mutlu insanların tipik ortak özelliklerinden birisi, beklentilerinin az olmasıdır. Kimseden bir şey beklemezler, kendilerinden bile. Olabildiğince olur her şey. Yormadan, üzmeden, kendini kötü hissetmeden üstesinden gelinmeye çalışılır hayatın.

Yeni moda beklenti

Yeni başlayan, sözüm ona “doğru” davranmayı alışkanlık edinmeye çalışan yeni moda beklenti tarzı nasıl biliyor musunuz? “Senden şöyle olmanı istiyoruz” ifadelerinin yerini “Sen tabii ki şunu şunu yapabilirsin” tarzı konuşmalar aldı. Yeni moda mükemmeliyetçi ve birbirine zarar vermediğini düşünen üslup bu!
“Senin bu eve uygun bir yaşam tarzı geliştireceğini biliyorum...”
“Senin eğer istersen en iyi notları alacağından eminim...”
“Beni üzüp üzmemekten öte, sen eş olarak birini üzmeyi göze alamazsın. O nedenle iyi davranırsın...”
“Daha iyi basket oynayamaman için hiç bir neden yok. Yapman gereken tek şey istekli olmak, sana güveniyorum...”
“Odanı dağıtmayacağını biliyorum. Çünkü sen derli toplu bir çocuksun. Zaten kendin dikkat edersin...”
“En iyi bölümü kazanacağını biliyoruz, sana güveniyoruz. Sen her şeyin en iyisine layıksın ve hırslısın. Tuttuğunu koparırsın...” 

Gizli beklenti

DIŞARIDAN bakınca sözüm ona beklenti içermeyen, motivasyon yüklediğini düşündüğümüz bu sözlerin, aslında gizli beklenti olduğunu hissettiniz mi?

Bunların tek tek tercümesini yapalım mı ne dersiniz?

“Bu evin kurallarını ben ve keyfim belirliyoruz. Senin seçme şansın yok. Mümkünse benim beklentilerimin en doğrusu olduğunu hemen kavra ve evde istediğim şekilde davran.”

“Kötü not diye bir şey istemiyorum! İyi not almayı iste, kötü notu aklından bile geçirme, olabilecek en iyi not için kendini şartlandır.”

“Bana kötü davranayım deme! Gerçi davranırsan da kendin bilirsin. Senin nasıl bir adam/kadın olduğun ortaya çıkar. Sen en iyisi bana en iyi şekilde yani senin istediğin gibi değil, benim istediğim gibi davran.”

“Basket oynayanlar nasıl oynuyor Allah aşkına! Ya adam gibi oynarsın ya adam gibi oynarsın. Oynayamıyorsan yeterince istemiyorsun demektir. Benim beklentilerime yanıt verdiğin ölçüde sana güveniyorum.”

“Odanı sakın dağıtma. Eğer dağıtırsan ne kadar dağınık bir çocuk olduğun ortaya çıkacak. Dağılmışsa dikkatsizin tekisin demektir. Beni, senin hakkında hayal kırıklığına uğratma.”

“Gözümüzde iyi bir yerde olmak istiyorsan, beynimizdeki iyi meslek grubuna yerleşmen lazım. Aksi halde senin yeterince uğraştığını düşünmeyeceğiz. İyi bir mesleğin olmazsa da kendin bilirsin. Aldığın sonuca layıksın demek ki...”

Diyorsunuz ki doğrusu ne? Kafamız karıştı. Hiç mi bir şey söylemeyeceğiz birbirimize?

Endişelenmeyin, tabii ki söyleyeceksiniz. Ama üstü kapalı tehditvari cümlelerle değil veya karşı tarafı suçluluk psikolojisi içine sokacak nitelikte hiç değil. Ona durumu anlatan, mümkünse kendi gizli beklentilerinizi dayatmadığınız daha düzgün yaklaşımla.

Hadi yeniden, daha iyi ifadelerle yazalım;

“Evi ortaklaşa daha rahat kullanabilmemiz için birlikte kararlar alalım mı?”

“Çalışıp emek vermen önemli, iyi not alman değil. Olabildiği kadarıyla çalışırsın, yapamadığın şeyler olursa birlikte çözüm üretebiliriz. Çabalamayı öğrenmemiz önemli, ulaştığımız sonuç değil.”

“Seninle iyi birisi olduğunu gördüğüm için evlendim. Melek değiliz, fakat neyse ki karşılıklı konuşup sorunlarımızı çözebileceğimiz özel anlarımız var. Birbirimizi kırmadan yaşamanın yolunu bulabiliyoruz. İlişkimizi birlikte inşa etmek güzel...”

“Spor ve hareket iyidir. Basket oynamayı sevdiğini söylediğin için gidiyorsun. Sevgin ve ilgin seni bir yerlere getirir herhalde. Bakarız...”

“Oyun oynarken odanın dağılması normaldir. Oyun bitince toplarız olur mu?”

“Hangi işi yaparken mutlu olacaksan o işi yap yavrucuğum. İyi iş kötü iş diye bir şey yok! Sana iyi gelen uğraşıyı bulmak diye bir gerçek var. Dilersen bulmana yardımcı oluruz. Hepimizin mutlu olmaya hakkı var ve istemediğin hiçbir mesleği yapmak zorunda değilsin.”

Günümüz aileleri beklentisini gizlice yüklüyor. Diyorum ki beklenti beklentidir. Gizlisi açığı olmaz. Sonuçta hepsi insanı narsist ve doyumsuz yapar. Kişi kendinden ve geldiği yerden bir türlü memnun olamaz. Beklentilerin gerisinde kalmamak için hep bizim beklediğimiz hayatı yaşamaya çalışır.

Sonuç?

Ya kendi olmaya karar verir bizden uzaklaşır ya da bizi memnun etmek için uğraşırken kendinden uzaklaşır..!

Sevgiler...

Mehtap Kayaoğlu
Psikolojik Danışman

Mehtap Kayaoğlu Facebook Sayfası

Ergenlik aslında Başkalaşmaktır!

BAŞKALAŞIM...!
Belki de ergenliği en güzel tarif eden kelime bu.

Bir “şey”ken başka bir şeye dönüşmek! Bilmediği, anlamadığı, kavrayamadığı; bilmeye, anlamaya ve kavramaya çalıştığı bir şeye dönüşerek başkalaşımına şahit olmak!
Çocuk büyümeye başladığında önce bedeni değişir. Yüzünün hatları farklılaşır, alnı genişler, boyu uzar, içindeki organlar iradesi dışında irileşir. Her şey gözünün önünde ama iradesi dışında gerçekleşir. Korku filmi izlerken heyecanlanan, bir sonraki adımda ne olacağını bilemediği için endişeyle dönüşümü bekleyen minik yüreklerdir onlar.
Önce bedende başlar başkalaşım!
Her ergenlik bir keşiftir, her ergenlik bir gelecekteki bilemediği kendisine yolculuktur.
Çocukluk çağının güvenli ortamından çıkmaya başlayan ergen, en yakınları tarafından bile tanınamıyor olmanın verdiği garip suçluluk duygusuyla tanışır.
“Ne oldu sana böyle? Tanıyamıyorum artık seni! Çok değiştin!” diye serzenişte bulunurken ona ailesi, kendi iç sesini bastırmaya çalışmasının anlamsızlığıyla karşılaşır büyüyen beden. Zira kendi içinde, kendi bedenine ne olduğunu anlayamadığı zor anlarını hissetmemek için baskıladığı iç sesi, anne babasının kızgın çığlıklarında defalarca yankılanıyordur.
Kulaklarını tıkasa dışarıdaki ses azalacak! Ama içerdeki ses kulakları tıkayınca susmuyor ki! Haykırmaya, ergene neye dönüştüğünü bilmeden başkalaştığını söylemeye devam ediyor üstelik.
Zor anlar... zor günler... zor bekleyişler...
BEDENİNDEKİ her değişiklik korku ve endişe uyandırır ergende. Boyu posu, yüzünün şekli, vücudunun kıvrımları, bedenini kaplayan kılları, akranlarından negatif anlamda farklı olacağını düşündüğü her başkalaşımı ürpertir duygularını.

Başkalaştığı için endişelendiğini bilenler vardır elbet! En ilginç olanı bu tür kaygıların içinde olduğunu bilmeden, neye bağırdığını anlayamadan, kime itiraz ettiğini keşfedemeden “gergin ergen” formatında yaşayanları.
Yetişkin olmak zordur onun için. Çocuksu ümitlere elveda demesi gerekir kimi zaman. Düşünmek istemediği gelecek korkuları muntazaman yüzüne haykırıldığında rahatlamaz ki. “Bu gençlik böyle geçer; ama hayat böyle geçmez küçük bey/küçük hanım!” tarzındaki cümleleriniz onun geleceği daha iyi planlamasına yardımcı olmaz!
Her ergenlik, bireysel bir keşiftir. İlk keşfedilmesi gereken elbette bedendir. Ardından düşünceleri, olmak istediği geleceği. Sırayla gider sistem. Kendi içinde acelecidir, oysa bazen dışarıdan biz izlerken acele etmediği duygusuna kapılırız. Bizim onun geleceğinden endişe ettiğimizden daha fazla kendisi için endişelenir aslında. Onun yerine gereksiz abartı endişelerimizi yatıştırmaya çalışan yine ergenimiz olur. “Tamam anne, abartma!” sözlerini önce kendisi için söyler, haberiniz yoktur! Çünkü gelecek kaygıları, geçim derdi, ilerde onun ne olacağı hakkında o kadar çok kaygılı cümle kurarsınız ki; sizi yatıştırmak için değil, kendi kaygılarını yatıştırmak için “Sakin olalım!” mesajı vermeye çalışır.
Umursamaz gibi görünen yüzünün ardında, endişeden beynini kemiren nice düşünceler belirir. “Duyarsız mı bizim bu oğlan? Bu ne rahatlık böyle!” anlamındaki şaşkınlığınız, onun cephesinde inanılmaz fırtınalara vesiledir, bilemezsiniz!
Ergenlerle çalışıyorum ben. Evet, ergenliklerini abartmak pek de iyi değil. Ama onların içinde bulunduğu başkalaşımı da anlamamak doğru değil!
Başkalaşan yorulur. Başkalaşan zorlanır. Başkalaşan şaşkındır. Başkalaşan karışıktır.
Anlamak lazım… Anlaşılmamız için önce bizim anlamamız lazım. İnat yapıyor zannederek, kendini kapatıyor diye düşünerek yaklaşırsanız, başkalaşanları kaçırırsınız!
Odasına kapanan ergen, başkalaştığını göremeyen anne babasına kapatıyordur kendini. Başkalaşmasına eşlik eden akranlarına açar duygularını ve kendisini.
Ergen başkadır, başkalaşır.
 
Başkalaşması, sizin parçanız olduğu gerçeğini değiştirmez!Anlamanız gerekir… Anlayamıyorsanız yardım almayı ihmal etmemeniz gerekir. Ergeni anlamak, onun yaşamını mutlu olacağı şekilde belirlemesine yardım etmektir. Psikolojik destek çalışması yaparken en heyecanlı geçen seanslar ergenlerle yapılanlardır.
Sevgiler…

Kişisel hatalarınıza Allah’ı referans göstermeyin!

Salı günkü yazıdan sonra gelen bir mail çok ilgimi çekti. Bugün o konuya farklı bir boyut kazandırarak devam edelim diye düşündüm.
Hatırlatayım, Salı günü herkesi çok eleştirdiği söylenen bir beyefendinin sorusuna cevap vermiştim. Ve özetle “Talep edilmeyen yorum saldırganlık algılanır, lütfen sizin fikrinize müracaat edilmeyen her konuda yorum yapmamaya dikkat edin.” anlamına gelecek cevap yazmıştım. Salı günü yine bir başka beyefendiden tatlı bir soru geldi. Çok hoşuma gitti, ortadan cevap yazayım istedim. Soru şöyle:
“Mehtap Hanım, Allah razı olsun çok istifade ediyorum yazılarınızdan. Bugünkü yazıyı okuyunca sanki benim için yazmışsınız gibi hissettim. Sanırım ben de aynı durumdayım. Çevremde herkes mükemmeliyetçi olduğumu, hiçbir şeyi beğenmediğimi, çok eleştirdiğimi, benden rahatsız olduklarını söylüyorlar. Özellikle eşim çok uyarıyor. Çocuklarımı ve anne/babam dâhil herkese çok karıştığımı düşünüyor. İnsanların rahatsız olduğunu görüyorum aslında. Fakat biz dindar bir ailede büyüdük. İyiliği emretmek, kötülükten uzaklaştırmak Allah’ın emridir. Ben çevremde gördüğüm olumsuzlukları hatırlatıyorum. Allah rızasına uygun olan davranışı yapıyorum. Sizin yazınızı okuyunca kafam karıştı. Şimdi biz kimseye karışmayacak mıyız? Susup oturacak mıyız? O zaman da Allah’ın emrine karşı gelmiş olmayacak mıyız?”
Güzel soru..!
İşte tam da bu konu hakkında bir şeyler söylemek istiyordum. Yıllardır seanslarda dikkatimi çeken ve birebir terapilerde en çok çalıştığım meselelerden birisi bu.
Soruyu soran sevgili okuyucumuzu tenzih ederek biraz uç ve haatta çok radikal bir söylemle başlayacağım izninizle: “Sizin dininiz başınıza/başımıza bela!”
Niye biliyor musunuz?
Çünkü...! Allah’ın bize yaşam programı olarak gönderdiği, günlük yaşam pratiğimiz olan Kur’an-ı Kerim değil ki sizin dininiz! Geleneğiniz, göreneğiniz, kişisel zaaflarınız, iletişim çatışmalarınız, vb. her ne varsa sizi belirleyen, hepsinin adını “Allah’ın emri” koyuyorsunuz ve kendi kişisel hatalarınızı dine mal ediyorsunuz!
 
 
Herkes her şeyi bilir
Üstelik her konuda siz daha üst konumda olduğunuzu nerden çıkarıyorsunuz ben onu anlamıyorum! Yani bir insanı uyarmak ve onun hakkında iyi olanı istemek için, onun bilmediğini bilir, onun görmediğini görür, onun algılayamadığını algılayabilir olmanız lazım.
Bir insan, bazı konularda o seviyede olabilir, kabul. Ama her konuda bilen, her konuda uyaran, her durumda başkalarına yol gösterecek durumda olduğunuzu düşünüp sürekli eleştirmek, sürekli herkese ne yapacağını söylemek çok rahatsız edici bir durum. Ayrıca psikolojide güzel bir teori var: “Herkes her şeyi bilir!” teorisi. İnsanlar yaptıklarını bilirler. Dillendiremeseler bile kendi iç dünyalarında yaptıkları davranışın mutlak bir açıklamalı karşılığı vardır.  Uyarmak başka eleştirmek başka Birbirimiz için iyi olanı istemek, birbirimizi tatlı şekilde uyarmak başkadır, herkese sürekli ne yapacağını söyleyen, her konuda eleştiri yapan kişi olmak başka.
Terapi desteği verirken bizim dindar insanımıza en çok bu konuda aktarım yapıyorum. Lütfen kişisel hatalarınıza, müdahaleci özelliklerinize, çok bilir tavırlarınıza, çevrenizdeki herkesi rahatsız eder nitelikteki eleştirilerinize Allah’ı referans göstermeyin! Düşünsenize, iletişim anlamında zaaflarınız var ve bunun için size gücenen insanları “İyi de ben Allah’ın emrini yerine getiriyorum, niye bozuluyorsun?” diyerek susturduğunuzda, belki o kişinin size olan itirazını sübvanse ediyorsunuz; ancak uzun vadede herkesi dinden soğutmuş olabileceğiniz fikri aklınıza hiç gelmiyor mu?
Ben olsam, çok net söyleyeyim resmen dinden soğurum! Din, hayatı programlar, yaşamın genelini. Ama incikten boncuğa her detaya müdahale etmez! Genel geçer doğrularımızla, günlük pratiğimizi ilkelere uygun olarak yaşarız zaten.
Umarım ne demek istediğimi anlatabilmişimdir. Özetle; iyiliği emretmek başka bir şey, her konuda herkese müdahale etmek bambaşka bir şey demiş oldum. Sevgiler...
 
 
İyiliği emretmek
“İyiliği emretmek, kötülükten uzaklaştırmak” gibi evrensel ve üst düzey gelişmiş yaşam şeklini öyle bir noktaya indirgediniz ki, yemeğin tuzu, oğlanın kazanacağı üniversite için yeterince çalışmaması, eve alınan eşyanın şekli, sokakta konuşan insanlara sataşma, iş yerindeki arkadaşlarımızın günlük diyaloglarına müdahale, dostunuzun giydiği kıyafetin renk seçiminin uyumsuzluğunu söyleme, eşinizin yorgun halini anlamak yerine sürekli eleştirme vs. gibi iyi kötü her şeye konuşan çenesi düşük bir formata çevirdiniz!
İyiliği emretmek; iyi olanı tavsiye etmektir! Akşama kadar her önünüze gelen kişinin, kişisel tercihleri hakkında yorum yapıp durmak değildir! Size uymayan yanlarını eleştirmek hiç değildir!
Üstelik müdahale ettiğiniz, doğru olduğuna inandığınız durumların gerçekten doğruyu temsil ettiğini nereden biliyorsunuz? Sizin tarzınıza ve beklentilerinize uymuyor diye müdahale etme hakkını kendinizde gördüğünüz davranışların, doğrusunun sadece sizde olduğunu kim söyledi? Çevrenizdeki insanlar niçin kendilerine doğru gelen davranışı sergileyemesinler? Allah (cc) bir size akıl verdi de onun dışındaki herkesi akletme işinden mahrum mu bıraktı? İnsanların oturmalarına kalkmalarına, yediklerine içtiklerine, günlük yaşamlarındaki seçim ve tercihlerine karışıp durmanın adı ne zaman “iyiliği emretmek” oldu?
Kendinizden soğutarak, olur olmaz her şeye karışan kişi durumuna düşürerek iyiliği emretme olur mu?

Sağlıklı iletişim için insan insandan ne bekler?

Sanırım milletçe ayarlarımız bozuldu! Diyeceksiniz ki niye?
Bir şeyleri alt üst ediyoruz, sonra çevremizde oluşan olumsuz sonuçları görünce, yaptıklarımızın tamamının iyi niyetli ve iletişime dönük çabalar olduğunu söylüyoruz. Var mı öyle iletişim? Kendini kötü hissettiren, ağlayacak hale getiren, karşındakince küçümsendiğini hisseden, beyninin ruhuna balyozla vurulmuş gibi sarsıcı şeyin ismi “iletişim” olabilir mi?
Mahvettiğimiz sohbetin, kendimizden soğuttuğumuz ilişkilerin, öneri zannettiğimiz yıkıcı eleştirilerin adı her şey olabilir; ama “iletişim” asla olamaz sevgili okurlar!
Gün içinde herkes birileriyle iletişim halinde olduğunu düşünüyor. Bana göre iletişim zannedilen davranışların çoğu itişip kakışmak! Bağırmanın adı oldu konuşma, aşağılamanın adı oldu hatayı hatırlatma, dalga geçmenin adı oldu espri yapma vs.
Sizlerden mailler geliyor. Sorular, sorunlar dolu mailler. Danışanlarımla çalışırken de aynı konu dikkatimi çekiyor doğrusu. Biraz bu konuda farkındalık kazanalım istiyorum bu gün.
Kibar bir beyefendi hoş bir soru sormuş. Ona yazacağım cevabı buradan yazayım herkes okusun istedim.
“Mehtap Hanım... Sizden yardım almak istiyorum. Çevremde iyi bilinen bir insanım. Ancak iletişim konusunda zorluklarım var sanırım. İnsanlar sanki benden uzaklaşıyor. Güvendiğim kişilere soruyorum, ‘Bende ne gibi hatalar görüyorsunuz?’ diye. Çok eleştirdiğimi söylüyorlar. Oysa ben Allah şahit kimseyi eleştirmiyorum. Eşim, ailem, iş arkadaşlarım hepsi benim eleştirel insan olduğumu düşünüyor. Onları böyle bir kişi olmadığıma nasıl ikna edebilirim?”
Onları ikna etmenin yolu, rahatsız oldukları davranışları yapmamaktan geçer, bu bir.
İkinci olarak söyleyeyim, bir insanın davranışlarını reddetmek, onun nezdinde kişiliğinin reddedilmesi gibi algılanır. Tam da bu nedenle insanlar genellikle eleştirilmekten hoşlanmazlar. Terapötik söylemle dillendirmem gerekirse, “Talep edilmeyen yorum saldırganlık olarak algılanır” şeklinde tanımlayabilirim durumu.
İletişimin iletişim olabilmesi için “alıcı” ve “verici”nin aynı dalga boyunda olması gerekir. Yani kız kıza oturmuş kakara kikiri yaparken birbirimize kurduğumuz cümle “sevimli” algılanırken; aynı cümle başka bir ortamda öğretmenimize söylense “küstahlık/haddini bilmezlik” şeklinde yorumlanabilir.
Demek ki ağzımızdan çıkan cümlenin karşımızdaki kişiyi incitmemesi için duygusal dalga boyutumuzu da iyi kollamamız gerekir. Düşünün eşiniz gün boyu temizlik yapmış, yorgun. Akşam yemeği için uğraşmış. Sofra kuruyor. Birlikte yemek yiyorsunuz. O sırada size göre ters olan bir davranış yapıyor ve siz ona; “Hanım... Bu yaptığın doğru değil. O öyle denilmez şöyle denilir” benzeri uyura yapıyorsunuz.
Sizce o anda aynı frekansta mısınız?
Hayır!
Niçin?
Çünkü öncelikle siz vukuatlısınız. Eşinizin gözünde gerekli gereksiz her şeye konuşan, her şeyi eleştiren sıkıcı bir adamsınız. Bu adam, hanımının yorgunluğunu ve içinde bulunduğu sıkıntılı hali anlamadan bir de üzerine davranış düzeltmesi yapıyor! Siz olsanız aynı durumda bu tür eleştiriden hoşlanır mısınız?
İletişim isteyen kişilerin, arı duru iletişim için çabalamasında fayda var. Sorulmadan yorum yapmak, istemedikleri halde onlar hakkındaki fikrinizi beyan etmek, duyduğunda hoşuna gitmeyecek türden sözleri onun iyiliği için söylüyormuş sosuna batırarak ok gibi saplamak iletişim demek değildir!
İyi bir diyalog için karşımızdaki kişiyi anlayıp tanıyıncaya kadar sert uçlu yorumlar yapmamak gerekir. Onu anlamalı, dinlemeli, hakkında yeterli fikre sahip olduğumuzdan emin olduktan sonra yorumlar veya eleştiriler devreye girebilir. Üstelik sizin durumunuzu ele alacak olursak eşiniz, aileniz, yakın çevreniz, iş arkadaşlarınız herkes aynı fikirde ve sizin sivri uyarılar yapan bir insan olduğunuzu düşünüyorlarsa, dönüp kendinize ve tarzınıza göz atmanızda fayda var.
Hz. Ali’ye ait olduğu söylenen güzel bir sözle bitireyim; “Toplum içinde yapılan nasihat, azarlamaktır.”
Sevgiyle kalın...

Evlilikte eş niye ayrılmak ister?

Geleneksel kültürümüzün hâlâ en çok önemsediği ilişkilerden birisidir evlilik. Herkes ilginç bir şekilde şartlar ne olursa olsun evlilik devam etsin istiyor!
İyi gitmeyen bir evliliği zoraki yürütmeye çalışmak yerine, evliliği bitiren, evlilikten soğutan gerekçeleri anlamak önemli.
Peki, eş niye gider?
Evliliğin devreye girmediği, sadece ulaşılması gereken nihai amaç olarak algılandığı bekârlık döneminde, istemekle her şeye ulaşabileceğini zanneden erkek/kadın, evlilik tecrübesinde beklemediği olumsuzlukları yaşadığında, zaman içinde şüphecilik duyguları geliştirerek, kendisini emniyette hissetmemeye başlamaktadır.
Evliliklerde iç doyum bitmeye başladıysa eş gider! Hatta öyle bir gider ki; başka bir ilişkiye mi gider, yoksa alıp başını kendi dinginliğine mi gider fark etmez! Giden gidiyorsa, nereye ve kime gittiğinin ne önemi var sizin için? Yalnızlığa gittiğinde daha huzurlu olacaksınız, başka bir ilişkiye gidiyorsa daha az mı üzüleceksiniz?
Size garip gelebilir; ama evlilikten giden insanların ben artık yıkmak, bitirmek, mahvetmek, yok etmek için değil; tam tersine yeniden başlamak, yeni birilerine inanmak için gittiğini düşünüyorum!
Kim isteyerek gider ki? İçinde bulunduğu ilişkiden umudunu kesmese, uğraştığı zahmetlerin işe yaramadığını düşünmese, kendisini anlatamadığına defalarca ikna olmasa, anlatmasına rağmen inatla anlaşılmadığını hissetmese, gelecekle ilgili en ufak ümidi kalmasa? Kim niye gitsin ki?
Hiç Kimse Durup Dururken Gitmez
Seanslarda -kadın/erkek fark etmez- eşinin kendisinden çekip gitmesini hayretle anlatan, kimi zaman gözünde yaş, kimi zaman dilinde acı dolu kelimelerle çaresizliğini haykıran eşler gördüğümde ben daha çok şaşırıyorum! Zira anlattığı evlilik öyküsünü dinlerken, olayların başından bu güne kadar gelen çizgisinde, eşinin, “İmdat!” ve “Bak, artık ben gidiyorum bu ilişkiden!” diyen çığlıklarını duyabiliyorum. “Öyküyü baştan dinlerken ben harfiyen anladım, siz yaşarken nasıl duymazsınız, gerçekten çok ilginç insanlarsınız!” diye feryat etmek geliyor içimden. Son yılların farkındalık seviyesi yüksek, yaşam kalitesi belirli standartların üzerine çıkmış bilinçli insanları, gitmesi gerektiğinin bilinciyle gidiyor evliliğinden!
Gözlerdeki ışığın söndüğü her bakış; renk vermeden etrafa karşı mutluymuş gibi oynanan sessiz roller; sadece görevlerin yapıldığı, içinde eğlenceli sohbetlerin olmadığı beraberlikler; birbirini özlemeyen saatler; sizin istediğinizi yapmadığı için kalbinizdeki öfkenin bir türlü yatışmadığı ilişkiler... Her gidişin sessiz çığlıklarıdır da haberiniz yok sevgili okurlar!
Üstelik hiç kimse durup dururken gitmez. Hele de bizim ülkemizde. Çok çabalar, çok anlatır eş. Kimi hal diliyle, kimi davranışlarındaki agresifliğiyle, kimi sessiz oluşuyla, kimi mutsuz ifadesiyle, kimi kendisini yorarcasına alttan alışlarıyla, kimi sert cümleleriyle, kimi kayıtsızlaşmış duvar duruşuyla. Gidenin gitmesini gerektirecek bir nedeni vardır mutlaka.
Önce belki anlatamaz. Zaman gelir, kendi tarzıyla anlatmanın bir yolunu bulur. Anlattığının anlaşılmadığını fark ettiğinde yıkılır. Yine anlatmak için yeni bir enerji boyutu yakalamaya çalışır. Arar, araştırır, dinler, uygulamaya çalışır. Elinin yettiği, gözünün gördüğü her şeyi uygular. Yeniden yaşanan anlaşılmazlık yinelenen bir ümitsizliğe dönüşür. Ümidi azaldıkça davranışları değişir. Çünkü davranışlarının ardındaki kaygı yükselir.
En tehlikelisi evlilikte geleceğinin olmadığı hissine kapılmaktır aslında. Umut bitince yöntemlerin tükenmesi kaçınılmaz olur. Umut yoksa çaba yoktur. Umut kaybedilmişse, yerine bulunacak yeni bir malzemenin lafı bile olmaz evlilikte. 
Eşler Yuvasını Kurtarmak İçin Çok Çabalıyor
Diliyle, davranışlarıyla anlatamadığını “geri çekilmesiyle” anlatmaya çalışır eş! Ne kibar ama bir o kadar korkunç bir yöntemdir geri çekilmek! Geri çekilen, kendini ilişkinin dışında tuttuğunda, siz ağzınızla kuş tutsanız yaranamazsınız artık! Geçmiş olsun demenin vakti gelmiştir o evliliğe!
Geleneksel kültürümüzde evliliğin bitmesi “yuvanın yıkılması” olarak algılanırken; kişisel hayatlar açısından bakıldığında “bir insan canlısının kurtulması” anlamına gelir çoğu zaman. Zira yuvanın yıkılmaması için nice insan kendisini yıkıyor çaresizce. Sistemi kurtarmak için kendisini feda etmekten vazgeçtiğinde yıkılıyor evlilik. Yıkılan evliliğin yerinde yeni bir canlı nefes almaya başlıyor doğal olarak.
Dikkat ediyorum seanslarda, yuvasını kurtarmak için ne çok çaba harcıyor eşler. Kimi zaman kadın kimi zaman erkek, evliliğinin iyi koşullarda devam etmesi için uğraşıyor makine gibi. Uğraşıyor, uğraşıyor… Baktı ki olmuyor… Gidiyor.
“Ne oldu, durduk yere gidilir mi? Neyin eksik?” sorularının cevabını, sorunun kendisi veriyor zaten. Durduğu için gidiyor ya evliliğinden, eşinden!
Tek taraflı yorulduğu için gitmek istiyor eş. Durduğu için, yürümediği için, görülmediği ve duyulmadığı için gidiyor giden eş. Durduk yere gitmiyor, durduğu için gidiyor…
Evlilik ilişkisini götüren süreç atla deve değil aslında! İyi gözlemci eşler bilirler. Hatta pratik zekâya sahip olan kişiler hemen anlarlar. Evlilikte biraz anlayış, biraz nükte, biraz arkadaşlık, biraz ikili diyalog, biraz kakara kikiri, biraz ilgi, çokça sevgi ve çokça şefkat götürüyor ilişkiyi. 
Duyarsızlık Büyük Bir Etken
Kakara kikirinin bittiği, arkadaşlık ilişkisinin olmadığı, birbirine merhamet etmeyen, sadece kendisini düşünen, evlilik ilişkisini tek taraflı bencil beklentilerine oyuncak etmeye zçalışan kişilerin eşleri gidiyor. Gitmemeleri hata! Bence de gitsinler zaten! Allah herkese tek bir ömür vermiş, iki tane değil ki! Hadi iki tane olsa, birisini birilerine feda edelim, diğerini kendi keyfimize göre yaşayalım. Sadece bir tane dünya hayatı! Ve onu eş dahi olsa, anlayışsız ve duygu hoyratı, bencil insanlara harcatacak kadar ucuz değil.

Düğün mevsimi geliyor! Etrafa imrenerek evlilik yapılmaz!

Evlilik ilişkilerinin başlangıcı arızalı, saçma, gereksiz istekler ve yanlış tercihlerle dolu olunca, kurulan ilişkinin nitelikli olmasını beklemek saflık olur elbet.
Son yılların evlilik ilişkisini başlatan yönelimlerine göz attınız mı? Hadi birlikte göz atalım.
* Bütün kuzenlerim nişanlandı, bir ben nişanlanamamıştım, çok heveslendim...
* Arkadaşların çoğu evlendi, birlikte ev gezmesi yapıyorlardı, aralarında bekâr dolaşmak hoş olmuyor diye düşünüp acele ettim...
* Beni terk eden sevgilime inat, ondan daha iyisini bulacağıma yemin etmiştim zaten...
* Face’de arkadaşlarımın gelinlikli fotoğraflarını görünce çok imrendim (kıskandım)...
* Herkesin ailesi var, benim niye olmasın dedim...
* Babamın despotluğundan kurtulmanın en iyi yolu evlenmekti...
* Annemin dırdırından ve eve gelen giden misafirlere hizmetçilik yapmaktan daha iyidir diye düşünmüştüm...
* Evlenip aile kurarsam, kariyer ve iş hayatım için önemli bir adım atmış olurum diye bir yanılgıya düşmüştüm...
* Kendimi yalnız hissediyordum, birinin elimden tutmasına ihtiyacım vardı...
* Bana ait bir ev, bana ait misafirler ve bana ait hayatım olsun istedim...
* Bazı ihtiyaçlarım var, harama bulaşmak istemedim...
* Anne olmayı çok istiyordum, babasının kim olduğuyla ilgilenmedim bile...
* Bizim oralarda okumuş damat/gelin yoktu. O sırada arkadaşlar eşimle tanıştırdı. Havalı olur diye özellikle eşimi seçmiştim...
* Maddi durumumuz iyi değildi, bana ve aileme yardımcı olur rahat ederiz diye evlenmiştim onunla... Vesaire... Vesaire...
Benim yazmayı unuttuğum, sizin aklınıza gelen nice evlilik gerekçesi!
...
Bizler kendi iç dünyamızda, kendi iç dünyamız diye nitelendirdiğimiz durumları aslında bize ait öğelerden oluşturarak yaşamıyoruz. Beynimize dışarıdan giren virüs saldırıları altında yaşıyoruz! Yaptığımız seçimlerin ne kadarı bize ait, ne kadarı dışarıdan virüs yoluyla gelmiş bilmiyoruz üstelik! İstek ve beklentilerimizi biz mi hayal ettik, biz mi kurguladık yoksa başkaları tarafından bir yazılım gibi beynimize mi yüklendi, ayrıştıramıyoruz. Derken bu bilinmezlik içinde yaptığımız yanlış seçimlerle kendi hayatımızı kendi ellerimizle üzüntülü mecralara taşımış oluyoruz. 
Evlilikte mutlu olmanın yolu, evleneceğiniz kişiyi “doğru” seçmekten geçer
Bahar geldi. Mahalle baskısı olmasın! Kimse kimseye evlenmesi gerektiğini söylemesin! Kimse bilgisayar başına oturup gelinlik giymiş kızların fotolarına imrenerek alelacele koca bulmasın! Erkekler gezmeye giderken yalnız kalmamak için evlenmesin! Mısır tarlasına gül ekilir mi Allah aşkına! Tüm bunları kendinizi tanımanız gerektiğini anlamanız için yazıyorum.  Facebook’da insanların nişan/düğün fotoğraflarını görüp imrenerek evlenilir mi sevgili okurlar! Sosyal medyada birisinin resmini görüp imrenmek ayrıdır, acilen eş bulup evlenmek ayrı. Arkası düşünülmeden başkasına imrenerek alınan kararların çoğu insanları mutsuz eder. Tam evlilik kararı alındığı anda devreye giren bir evlilik teklifi veya arkadaş tanıştırmaları hemencecik kabul edilir. Medcezir(!) geçtiğinde kişi yanlış kişiyle evlendiğini, acilen karar verdiğini düşünür, evlilik ilişkisi içinde suratını asmaya başlar. Binbir hevesle başladığı evliliği hem kendisi hem evlendiği kişi için kâbusa çevirir. Peki, evlenilen o kadının/adamın suçu ne? O kadıncağızın/adamcağızın başına gelenlerin sebebi “doğru zamanda yanlış yerde olmak” şeklinde açıklanabilir sadece. Zavallıcık... Uğraşsın ömrünün sonuna kadar yüzü gülmeyen, gönlü gülmeyen o kadınla/adamla... Evlilikte sorun olmasın diye yazıyorum bunları. Niye yazıyorum? Evlilikte sorun olmaması için! Evlilik kriterlerinizde doğru davranmalısınız. Çünkü evlenmek için aday seçiyorsunuz; ama adayı gerçekte siz mi seçiyorsunuz; yoksa saldırıya uğramış beyniniz, düşünceleriniz, işgal edilmiş hayalleriniz ve beklentileriniz mi? Önce ona karar vermeniz lazım! Buna karar verebilmek için de öncelikle kişinin kendi benlik sınırları içinde hür olup olmadığını anlaması lazım. Beklediğinizle bulduğunuz arasındaki dengenin oluşması ve birbirlerine kenetlenebilmesinin yolu bu. Bir şeye imrenmek başka bir şeydir, imrendiği durumu hiç sorgulamadan alıp kendi hayatının merkezine montajlaması ayrı bir şeydir. Burada dengeye dikkat etmek zorundasınız. Başkasında imrendiğiniz durumun sizde bir karşılığı olmalıdır. Sizde karşılığı olmayan ezberci taklit, bir süre sonra sisteminizde sırıtmaya başlayacaktır zaten. Organ nakli gibi düşünün. 
Sizin bünyeniz size farklı bir faaliyet bulduracaktır
Anlattıklarımın sağlamasını yapalım mı? Kurs kurs gezen ve bir türlü hobi tutturamayan insanlar var ya! Onlar tam bu tip insanlar işte. Gidilen kurslar aslında el yordamıyla bulduğunuz yerler. Sıkılmanızın nedeni ise, bulduğunuz kursun dokusunun size uymaması, sizi temsil etmemesi. Aksi halde bir kişi kendisini bütünleyen bir şeyden neden sıkılsın ki? Neden bıksın, neden vazgeçsin ki? Sizin içsel dokularınıza uygun olanı almanız, içselleştirmeniz, üretmeniz, üretiminizle soluklanmanız, onunla kendinizi farklı bir zeminde topluma kazandırmanız, onunla kendinizi var etmeniz, onunla kendinizi ifade etmeniz ne kadar hoş duygulardır.
İlginçtir, kendisini tanıyan ve kendisine kulak veren kişi, kendi sistemine uygun olanı buluyor. Falanca arkadaşınız gitar kursuyla mutlu olmuşsa eğer, o arkadaşın aklında bir şey, fikrinde bir şey, ruhunda bir şey, sisteminde bir şey gitarda bir şeyler bulmuştur. Sizin bünyeniz size farklı bir faaliyet bulduracaktır emin olun. Bunun için kendinizden gelen sese kulak vermelisiniz. Tıpkı arabanın motorundan gelen sese kulak verebildiğiniz gibi. Herkesin içinden kendi becerileri hakkında bir ipucu fışkırır! Kimi o coşkuyu bulur, çoğu kişi bulamaz...
 Mahalle baskısı yapmayalım
Evlilik yolculuğuna çıkarken yanınıza alacağınız üç şeyden biri aklınız, biri fikriniz ve diğeri kendiniz olmalı. Maddi ihtiyaçlar, manevi ihtiyaçlar, fiziksel ihtiyaçlar, komplekslerle yola çıkılmaz. Virüslü düşüncelerle başlayan evliliklerden hayır çıkmaz.
Doğru tercihler ve doğru mantıkla yola çıkmayan kişi, önce kendisini sonra çevresini çok üzer.
“Herkes evlendi ben de evleneyim, annem suratını astı, babam despotluk yaptı...” gibi nedenlerle evlilik yapılmaz.
...
Bana göre evlilik çok tatlı bir süreç. Fakat... Herkes illaki evlenerek ölecek diye bir kaide yok!
Lütfen mahalle baskısı yapmayalım... Evlenmeye hazır olmayan kişilere evlilik gerekçesi sunmayalım... Herkesin kendi iç gerekçesini bulmasına, farkındalığını geliştirmesine fırsat verelim... Doğru zamanda doğru kişiyle buluşmaya hakkı olduğuna inanalım. Ve şakayla karışık da olsa son söz cici kızlara! Gelinlik giymek için evlenilmez! Gelinlik giymek istiyorsanız, kiralayın kendinize birkaç günlüğüne gelinlik, evin içinde bıkıncaya, aksırıncaya, tıksırıncaya kadar giyinin! Ama adamın birisiyle yanlış bir başlangıç yaparak kendinizden bıktırmayın! Dinlediğiniz şarkılarda bile yok mu? Tek taşımı kendim aldım, tek başıma kendim taktım... Son söylediklerim birilerine saçma görünebilir; ama hiç kusura bakmayın, birilerinin saçma sapan nedenlerle evlenip hem kendilerini hem çevrelerini mutsuz etmelerinden daha saçma değil...
Sevgiler...

Evlilikte mahremiyet çok önemli!

Son yıllarda evliliklerin zarar görmesinin birçok sebebi var şüphesiz. Ama bunların hiçbirisi sizlere hatırlatmak istediğim bu unsur kadar önemli değil gibi geliyor bana. Uyarım, evliliğin “mahremiyet” ilkesi üzerine bina edilmesiyle ilgili sevgili okurlar. Mahrem kelimesi, “başkalarına söylenmeyen, gizli” anlamına geldiği gibi “sırdaş” anlamıyla da dikkatimi çekmiştir her zaman. Belki de bu nedenle olsa gerek evlilik ilişkisini genelden özele, toplumsaldan bireysele indirgeyen en önemli durum mahremiyet kavramında “gizli”dir. Bazı şeylerin gizli kalmasına vurgu yaparcasına. Çünkü her şey açığa çıktıkça ilişkilerin de cılkı çıkmaya başladı, dercesine!
Öncelikle hemen hatırlatayım; bir şeyin mahrem olması için çıplaklık veya cinsellik içermesi gerekmez! İki kişi arasında olan biten her şey ikiliye aittir ve mahremdir. Anlaşmaları, anlaşamamaları, aralarındaki özel paylaşımları, gelecek için aynı yöne bakabilerek kurdukları planları, birbirleriyle tatlı cilveleşmelerle geliştirdikleri özel anlaşma dilleri, zamanın getirdiği sıkıntı ve streslerden dolayı yaşadıkları gerginlikler, birbirlerine kırılmış olma halleri vs. gibi pek çok konu evlilik ilişkisinin mahremini temsil edebilir. İki kişi arasında olup bitivermesi gereken günlük durumların, son günlerde artan bir hızla etrafa deşifre edilip durması alışkanlığı, evlilik ilişkilerine fazlasıyla zarar veriyor. Eskiden kol kırılır yen içinde kalırdı, şimdi kol kırılıyor ama maalesef yen içinde kalmıyor! Evde iki kişi arasında yaşanan her şey, neredeyse dakika dakika canlı yayın yaparcasına aile yakınlarına iletiliyor. Çok önemli meselelerin aktarılması ve aklı başında büyüklerden yardım alınmasını kastetmiyorum. Moda haline gelen ağızda bakla ıslatmama, her şeyi herkese anlatma huyumuzdan bahsediyorum. Araya giren kişilerin duygusal çıkışları, yanlış anlamaları, taraflı yorumları ve sarsıcı tanımlamaları da işin içine girince her şey Arap saçına dönüyor. Sonra? Sonra; kurtarın kurtarabilirseniz o evliliği! Evliyseniz, çift olmanız gerekiyor. Eşinizle birlikte, hayat yolculuğunda senkronize adımlar atabilmeniz; bir gözün gördüğünü diğer gözden başkasının görmemesi; söylenen bir cümleyi iki kulaktan fazlasının duymaması; dört duvarın mahremiyeti korumasına müsaade edilmesi gerekiyor.
 
Aksi halde?
İlişkiler bozuluyor. Evler, taştan betondan yapılar olarak kalıyor ama bir türlü “yuva” olamıyor. Eşler, en emniyetli olmaları gereken yerde, yani kendi evlilik ilişkilerinde kendilerini güvende hissedemiyor. Endişe ve kuşkuların kol gezdiği ilişkilerde, kendini savunma mekanizması olarak, saldırgan davranışlar işin içine karışıyor. Her saldırgan davranış, doğası gereği, karşı tarafta tamiri güç yaralar oluşturuyor. Zarar gören eş, içgüdüsel koruma sistemleriyle karşı atak geliştiriyor. Derken! Hepimizin duymaya başladığı “şiddetli geçimsizlik” üst başlığıyla noktalanan evlilikler…
Dur demek sizin elinizde! Hatta sizin dilinizde! Dilinizde olmaması gerekenlerde! Her yerde kolaylıkla söylenebilecekken, mahremiyet ilkesi gereği konuşulmayan, ona buna aktarılmayan detaylarda!
Niye böyle biliyor musunuz? Siz anlattıklarınızı unutuyorsunuz bir gün. Çünkü evlilik bu… İnsanlar sıkıntı yaşarlar ama öyle bir tatlı süreç gelişir ki eşler unutur giderler yaşadıklarını. Peki ya anlattığınız kişiler unutur mu sizce? Bildiniz! Tabii ki unutmazlar. Her yeni sıkıntınızda, sanki siz hiç hatırlamıyormuşsunuz gibi geçmiş olumsuz tecrübelerinizi aktarmaya başlarlar size. Derken kendi içinde toparlanabilecek kolay bir sorun, geçmişten gelenlerle yapıştırılıp uzatıldığı için bir türlü çözümlenemez. Çözümlenemez… Yine çözümlenemez. Ve evliliğin yükü ağırlaşır.
Ağırlaştırmayalım… Kolaylaştıralım derim ben.
Siz ne dersiniz?